Her Rengin Bir Ölümü Var ve Her Ölümün Bir Rengi
Her şeyin bir rengi vardır. Ve her renk, bir ölüme çıkar. Ama bu ölümler öyle gürültülü, mezarlık kokulu ölümler değil. Sessiz sedasız yaşanır. Göz önünde… Görünmeden. Meğer yaşarken kaç kere ölüyormuşuz da kimse fark etmiyormuş. Ölüm denince, can çekişen bir beden gelir akla çoğu zaman. Oysa çırpınmadan, bağırmadan, hatta nefes alırken de ölünebiliyormuş; bunu insan en çok kendinden saklayarak öğreniyor.
Tasavvuf ehli, bu ölümleri renklere boyamış. Ne garip değil mi; ölüm ki simsiyah gelir aklımıza, oysa içinde beyaz da var, kırmızı da yeşil de… Siyah, zaten göz ucuyla bakılan bir gölge. Ama beyaz… Beyaz ölüm dedikleri şey, aç ve susuz kalmakmış. Yani mideye oruç, dile suskunluk, göze mahremiyet… Tok gönüllerin tok sesi olmazmış, ne ilginç. Beyaz, burada temizliği değil, tükenişi anlatır aslında. İnsan nefsini susturunca, içinden konuşan başka bir ses yükselirmiş. Ama o ses de ne desin ki… Sadece bir ‘sus’ der ve geçermiş. Açlık, sadece ekmekle ilgili değilmiş; bazen insan, kendini en çok kendine aç hissedermiş. Siyah ölüm, halkın eza ve cefasına katlanmak… Yani gülümseyerek erimek, tebessümle çürümek… Sabahları aynaya değil de sabra bakanlar bilir bu rengi. Hep alttan alanlar, hep hoş görenler… Bir şey demeyenler… Demekle yetinmeyenler… Öyle susmuşlardır ki, bazen ağızları değil, göz kapakları konuşur. Siyah burada yas değil; yutkunmaktır, içine atmaktır. Zira dert anlatılmaz, anlaşılır. Anlaşılmazsa da zaten nasip değildir.
Kırmızı ölüm, nefse muhalefet etmekmiş. Kırmızı ki aşkın da rengidir hani… Burada tam tersi. Arzuyu kalbine gömmek. “İstesem olurdu ama…” diye başlayan cümleleri kurmadan, olurdan da geçmek. Nefse her hayır, içte bir yangındır. Ama yangının dumanı yükselmez; ciğeri yakar, gizlice. İnsan bazen kendi iç yangınını bile inkâr eder. Kırmızı burada tutkunun değil, tutmanın rengidir. Kendini tutmanın. Ne tuhaf, bir ömür kendini tutup da bir gün salınca insan, her şey darmadağın olur.
Ve yeşil ölüm… Yama üstüne yama… Kırk yamalı bir cübbe içinde, gönlü atlas gibi taşımak. Fakrın ve tevazuun dilsiz şarkısı bu. İnsan yokluğu kabullenince, çokluk da gelir ardınca ama çaktırmadan. Kimse bilmez, en zengin yürek, bazen bir çay bardağının kırık kulpunda döner. Yeşil burada doğanın değil, darlığın rengidir. Ve tevazu, bazen bir cümleye sığmaz; çünkü susarak anlatılır. Her yama, bir suskunluk mevsimi gibi; üst üste örtülür, ama altındaki eksiklik hep hissedilir.
Renk dedik ya hani… Kur’an’da da geçer: ‘Sıbgatallah’ der Kur’an. Boyanmak yani. Ama dışa değil, içe. Allah’ın boyasıyla boyanmak. Kim bilir, belki de öyle bir boyadır ki o, ruhun damarlarına işler, ten değil, kalp rengini değiştirir. Ama biz, dışımıza sürdüğümüz renkten ibaretiz çoğu zaman. Çoğu zaman dışımıza sürdüğümüz renkten başka bir şey sanmayız kendimizi. İçimizdeki sıbga, sessizce akıyor. Renkli sandığımız hayatlar, aslında tek renkten yapılmış hüzün kumaşlarıdır.
İnsan, yaşarken kaç kez ölür? Her renk, bir defa daha öldürür insanı. Ama biz, hâlâ yaşıyor gibi yaparız. Güleriz, konuşuruz, çalışırız, yeriz, içeriz… Oysa içten içe çoktan bir renge bürünmüşüzdür. Farkında olmadan belki beyazdan geçmiş, siyaha bulanmış, kırmızıda yanmış, yeşilde solmuşuzdur.
Ve bir gün sorarlar: “Sen hangi renksin?”Cevap veremezsin. Çünkü senin rengin, çoktan içine çekilmiş, sesini yitirmiştir.
Ama belki bir gün…
Bir cümlede, bir suskunlukta, bir bakışta…
Kendi sıbganı hatırlarsın.
Ve işte o gün, asıl ölüm başlar.
Unutma!
Renkler, hakikatin susmuş hâlidir;
Ve insan, nefsin gölgesinde solan bir seher vaktidir.